Lisansüstü Eğitim Enstitüsü Tez Koleksiyonu

Bu koleksiyon için kalıcı URI

Güncel Gönderiler

Listeleniyor 1 - 20 / 715
  • Öğe
    Alzheimer hastalığında erken tanıyı sağlayacak biomarkerların tanımlanması
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2013) Kaya, Gülhan; Gündüz, Mehmet
    Alzheimer hastalığı (AH); yakın hafıza, neden sonuç ilişkisi, konsantrasyon, dil, görsel algılama ve görsel uzamsal fonksiyonları içeren kognitif fonksiyonların ilerleyici kaybıdır. AH'na bugün dünyada 35 milyon kişinin yakalandığı düşünülmektedir. Özellikle 75 yaşından sonra hızla artmakta ve oran %20-30 ları bulmaktadır. AH'nın klinik tanısı kesin kriterlerine rağmen sekonder nedenlerin ve diğer demansif hastalıkların dışlanması ile konur. Tanıda altın standart klinik AH tanısı almış kişinin beyninde tipik nöropatolojik değişikliklerin gözlenmesidir. Bu patolojik değişiklikler ilerleyici sinaptik bozulma ve nöron kaybının yanı sıra hücre dışı amiloid-beta plaklarının birikimi, hücre içinde ise hiperfosforillenmiş tau proteinini içeren nörofibriler yumakların oluşumudur. Fakat bugün amiloid-beta plaklarının birikimini ve nörofibriler yumakların oluşumunu başlatan sebeplerin ne olduğu tam olarak bilinmemektedir. Bu durum birçok genin etkileşimi ile oluşmakta ve buna çevresel faktörlerde katkıda bulunmaktadır. Şu ana kadar bilinen en major risk faktör göstergesi APOE genine ait E4 allelidir. Fakat E4 allelide sadece az bir kısmı temsil etmekte ve tek başına yeterli değildir. GWAS (Genome Wide Association Studies) çalışmaları sonucunda APOE'den sonra AH için en önemli risk faktörünün BIN1 geni olduğu düşünülmektedir. Bu açıdan bakılınca AH için spesifik biyomarkır tanımlanması çok önemlidir. Bu çalışmamızda, AH için en önemli risk faktörü genlerinden olan ApoE geni E2, E3, E4 polimorfizmleri ve BIN1 gen polimorfizminin genotip ve allel frekansları çalışma grubumuzdaki 53 Alzheimer hastası ve 56 demans öyküsü olmayan kontrol grubu bireylerde değerlendirilmiştir. Sonuç olarak, Alzheimer hastalığı ile APOE E4 aleli arasında anlamlı bir ilişki bulunurken, BIN1 geni ve Alzheimer hastalığı arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.
  • Öğe
    Alzheimer hastalığında CD33 gen polimorfizmi
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2016) Memik, Şakire Serap; Gündüz, Esra
    Alzheimer progresif bir nörodejeneratif hastalıktır. Alzheimer hastalığını önceden tahmin etmek zordur. Alzheirmer hastalığı için birçok çalışma halen yürütülmekte olmasına rağmen, hastalık tam olarak anlaşılamamıştır. Alzheimer hastalığı ilerleyici demans özelliğe sahip bir hastalıktır. Hastalarda, bellek kaybı, edinilmiş becerileri yapmakta güçlük, kişilik- davranış değişiklikleri, dili kullanmada, konuşulanları anlamada bozukluk, yol bulamama, aritmetik yapamama, içe kapanma gibi durumlar gözlenebilir. Bu durumlar ayrı ayrı veya birarada da olabilir. Alzheimer hastalığı için kesin tanı ancak post-mortemdönemde nöropatolojik yöntemlerle konulmaktadır. Alzheimer hastalığının tanısına katkı sağlayacak biyomarkırlar bulunursa, hastalığın erken teşhis ile belirlenebileceği tahmin edilmektedir. Alzheimer hastılığında, insan genomundaki bazı genlere ait polimorfizmlerin rol oynadığı bilinmektedir. Bu genlerden biri CD33 genidir. Sialik asit bağlanan Ig benzeri lectin (SIGLEC) ailesinin üyesidir. CD33 geni Alzheimer hastalığının patogenezinde potansiyel kilit rol oynar. CD33'ün insan beyninde mikroglialarda eksprese olduğu gösterilmiştir. Yapılan GWAS (genome-wide association study) çalışmalarında, CD33 geninin promoter bölgesinde (-373) bulunan rs3865444 polimorfizminin Alzheimer hastalığı ile ilişkili olduğu ortaya konmuştur. Bu çalışmamızda sağlıklı kişilerin ilerleyen zamanlarında Alzheimer Hastalığı'na yakalanma riskini belirleyen ve erken tanıda kullanılabilecek biyomarkırların tanımlanması amaçlanmıştır. Bu amaçla, AH için önemli risk faktörü genlerinden olan CD33gen polimorfizminin genotip ve allel frekansları Türk hastalarda oluşan çalışma grubumuzdaki 58 Alzheimer hastası ve 53 demans öyküsü olmayan kontrol grububireylerde değerlendirilmiştir. Sonuç olarak, CD33 geni rs3865444 polimorfizmi ve Alzheimer hastalığı arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır.
  • Öğe
    Baş boyun kanseri hücre hatlarında borik asitin tümör supressör gen ekspresyonlarına etkisinin incelenmesi
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2015) Fakıoğlu, Kübra; Gündüz, Esra
    Amaç: Bu çalışmada son zamanlarda bir çok alanda kullanılan ve alternatif tedavide yeni bir bakış açısı olabilecek olan borik asitin baş boyun kanseri hücre hatlarında proliferasyon ve tümör supressör gen ekspresyonlarına etkisi araştırılmıştır Materyal ve Metod: baş boyun kanseri hücre hattı olan UT-SCC 6A, 6B, 9A, 16A, 16B,24A, 54C, 74A, ve 74B hücre hatları 200ug/ml ile 1800ug/ml dozları arasında borik asit ile muamele edildi ve XTT assay ile uygun doz tayini yapıldı. Ardından uygun doz ile muamele edilen hücrelerden trizol ile RNA izolasyonu yapıldı. Elde edilen RNA lar cDNA'ya çevrildi. P53, RB1, ING1 ve ING3 primerlerinin çalışma sıcaklığını tespit etmek için gradient PCR yapıldı. Real-time PCR da kullanılmak üzere standart hazırlamak için gradient PCR sonrası jel ekstraksiyonu yapıldı. Uygun çalışma programı ayarlanarak elde edilen örneklerin ekspresyon analizi real-time PCR İle yapıldı. Bulgular: Kullandığımız hücre hatlarında UT-SCC UT-SCC 6A, 6B, 9A, 16A, 16B,24A, 54C, 74A ve 74B hücre hatlarının hepsinde de borik asit proliferasyonu önemli oranda düşürdüğü tespit edilmiştir. UT-SCC 6A hücre hattında en etkin doz 1000ug/ml, UT-SCC 6B hücre hattında en etkin doz 1800ug/ml, UT-SCC 16A hücre hattında en etkin doz 800ug/ml, UT-SCC 16B hücre hattında en etkin doz 1000ug/ml, UT-SCC 24A hücre hattında en etkin doz 1600ug/ml, UT-SCC 54C hücre hattında en etkin doz 1800ug/ml, UT-SCC 74A hücre hattında en etkin doz 800ug/ml, UT-SCC 74B hücre hattında en etkin doz 800ug/ml ve UT-SCC 9A hücre hattında en etkin doz 800ug/ml olarak bulunmuştur. Bu değerler borik asit ve kontrol grupları arasında anlamlı bir farklılık olup olmadığı istatistiksel olarak Mann Whitney U testi ile kontrol edildi. Ve p değerleri 0,05'den küçük bulundu. Bu sonucun anlamlı olduğu tespit edilmiştir. Etkin dozlar bulunduktan sonra bu hücre hatlarında p53, Rb, ING 1 ve ING 3 gen ekspresyonları incelenmiştir. Bu ekspresyon çalışması sonucunda UT-SCC 6A, 54C ve 24A hücre hatlarında Rb gen ekspresyonu yaklaşık 2 kat azalmıştır. UT-SCC 16A ve 74A hücre hatlarında p53 gen ekspresyonu yaklaşık 2 kat azalmıştır. ING ailesi sonuçları ise ING 1 gen ekspresyonu için UT-SCC 16B ve 54C hücre hatlarında yaklaşık 2 kat azalma görülmüştür. ING 3 geni için ise UT-SCC 54C hücre hattında yaklaşık 5 kat azalma görülmüştür. Hücre hatlarında kontrol ile borik asit uygulanmış hücre hatları arasında anlamlı bir azalma olup olmadığını anlamak için istatistiksel test yapıldı ve p değeri 0.05'den küçük bulundu ve ekspresyon azalmaları anlamlılığa en yakın olarak Mann Whitney U testi ile karar verilmiştir. Sonuç: Sonuç olarak borik asitin prostat kanseri üzerinde proliferasyonu inhibe edici etkisi baş boyun kanseri hücre hatlarında da görülmüştür. Bu etkinin hücre döngüsünde ciddi rolü olan önemli tümör supressör genler üzerindeki etkisinde ekspresyon azalmaları görülmüştür. Bu sonuçlar ışığında borik asit alternatif kanser tedavi şekli olmaya aday bir maddedir denebilmesi için ileri düzeyde çalışmalar gereklidir. Anahtar Kelimeler: Baş boyun kanserler, hücre proliferasyonu, tümör supressör gen, p53, Rb, ING 1 ve ING3
  • Öğe
    SW1353, HEP3B ve HT-29 kanser hücre hatlarında ADAMTS9 gen ekspresyon analizi ve IL-23, IL-33, IL-6, IL-17F, IL-1 alfa sitokinleriyle uyarılma mekanizması
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2013) Ünal, Zahide Nur; Demircan, Kadir
    Amaç: Bu çalışmada kondrosarkom, karaciğer kanseri ve kolorektal kansere ait hücre hatlarında ADAMTS9 gen ekspresyonunun bazı sitokinlerce 2, 6 ve 24. saatlerde olan değişimleri araştırılmıştır. Materyal-metod: Kondrosarkom (SW1353), karaciğer kanseri (HEP3B) ve kolon kanseri (HT-29) hücreleri IL-23, IL-33, IL-6, IL-17F ve IL-1alfa ile 2, 6 ve 24 saat muamele edildi. Trizolle RNA izolasyonu yapıldıktan sonra komplementer DNA?lar elde edildi. ADAMTS9 ve ß-Aktin çalışma sıcaklığını tespit etmek için gradient PCR yapıldı. Real-time PCR standartları için ADAMTS9 ve ß-Aktin PCRı kuruldu ve jel ekstraksiyonu yapıldı. Elde ettiğimiz DNA belirli oranlarda dilüe edildi. Uygun çalışma programında ADAMTS9 ve ß-Aktin real-time PCR?ları yapıldı. Bulgular: HEP3B hücre hattında IL-23 ve IL-33, ADAMTS9 ekspresyonunu süre bağımlı olarak istatistiksel olarak önemli oranda etkiledi (sırasıyla p=0.031 ve p=0.015). 6 saatlik IL-23 maruziyeti altında saptanan ADAMTS9 ekspresyonu, 2 saatlik maruziyete göre yüksek bulundu (p=0.029). 24 saatteki değeri ise 6 saat değerine göre önemli oranda düşüktü (p=0.029). IL-33 maruziyeti altında 24. saatteki ADAMTS9 ekspresyonu, hem 2 hem de 6 saatteki değerlerden düşük bulundu (p=0.029). HT29 hücre hattında ADAMTS9 ekspresyonu zamanla hiçbir sitokin maruziyeti altında önemli olarak artmadı. SW 1353 hücre hattında IL-6 maruziyeti altındaki 24. saat ADAMTS9 ekspresyonu, kontrol ve 6. saat değerine göre istatistiksel olarak düşük bulundu (p=0.029). Benzer şekilde kontrol grubundaki ADAMTS9 değeri, hem 2 saat hem de 24 saat IL-17F maruziyeti değerine göre sınırda bir önem düzeyinde yüksek bulundu (p=0.057). Sonuç: Karaciğer kanser hücrelerinde uzun dönemde düşük bulunan ADAMTS9 ekspresyonunun, IL-23 ve IL-33 maruziyeti ile kısa dönemde artmış olarak bulunması; kondrosarkomda ise IL-6 ve IL-17F ile ADAMTS9 ekspresyonunun sadece 6 saatlik dönemde artması, böylece tümöral dokuda düşük ekspresyonda saptanması beklenen ADAMTS9 düzeylerinin zaman bağımlı olarak sitokinlerce artırılması karşılıklı etkileşimlerin varlığını düşündürmekte ve daha ileri çalışmalarla ortaya konulması gerekmektedir.
  • Öğe
    Farklı yerleşim sıklığında yetiştirilen bıldırcınlarda (Coturnix coturnix japonica) diyetsel haşhaş tohumunun büyüme performansı ve bazı biyokimyasal parametreler üzerine etkileri
    (Malatya Turgut Özal Üniversitesi, 2024) Doğan, Onur; Akdemir, Fatih
    Amaç: Farklı yerleşim sıklığında yetiştirilen bıldırcınlarda rasyona ilave edilen haşhaş tohumu katkısının büyüme performansı ve bazı biyokimyasal parametreler üzerine etkisi incelenmiştir. Materyal ve Metot: Çalışmada 1 günlük yaşta alınan karışık cinsiyetteki 162 adet bıldırcın (Coturnix coturnix japonica) kullanılmıştır. Bıldırcınlar rastgele 6 gruba (her birinde 18 adet bıldırcın ve 100 cm² taban alanı olan 3 grup ve her birinde 36 adet bıldırcın ve 50 cm² taban alanı olan 3 grup) ayrılmıştır. Kümes sıcaklığı ilk gün 32-35°C'ye ayarlanmış daha sonra her 2-3 günde bir 1°C düşürülerek 21. günde 25-26°C'ye getirilmiştir. Çalışma süresi boyunca 24 saat aydınlatma uygulanmış su ve yem ad libitum olarak verilmiştir. Bıldırcınlar, temel rasyon (%24 HP ve 2900 Kcal/kg ME) ve temel rasyona %1 ve 2 düzeyinde öğütülmüş haşhaş tohumu ilave edilen yemlerle beslenmiştir. Çalışma 21 gün sürmüştür. Çalışmada canlı ağırlık (CA), canlı ağırlık artışı (CAA), yem tüketimi (YT), yemden yararlanma oranı (YYO) haftalık olarak belirlenmiştir. Çalışma sonunda bütün hayvanlar tartılarak bitiş ağırlığı belirlenmiş, her gruptan 6'şar adet bıldırcın dekapite edilerek karkas ağırlığı ve karkas verimleri belirlenmiştir. EDTA'lı tüplere alınan kan örneklerinde kan parametreleri ölçülmüş, yine kandan elde edilen plazmada ELİSA ile kortizol, SOD, CAT ve MDA gibi oksidatif stres parametreleri ölçülmüştür. Bulgular: Yüksek yerleşim sıklığı olan gruplarda normal yerleşim sıklığı olan gruplara göre kesim ağırlığı ve canlı ağırlık artışı değerleri daha yüksek olarak elde edilmesine rağmen istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık görülmemiştir (P ? 0.001). Aynı şekilde karkas ağırlığı ve karkas verimi değerleri de gruplar arasında anlamsız bulunmuştur(P?0.001). Diğer taraftan yüksek yerleşim sıklığı olan gruplarda haşhaş tohumu ilavesi ile yem tüketimi ve yemden yararlanma oranı değerleri incelendiğinde gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark görülmemiştir (P?0.001). Kan parametreleri incelendiğinde sadece % LYM, MID ve GRAN düzeylerinin yerleşim sıklığının ve haşhaş tohumu dozunun etkisiyle anlamlı bir şekilde fark oluşturduğu görülmüştür (P ? 0.001). Yerleşim sıklığı yüksek olan gruplarda normal gruplara göre MDA düzeyinin anlamlı bir şekilde yükseldiği ve haşhaş tohumu ilavesiyle bu değerin istatistiksel olarak anlamlı bir şekilde düştüğü görülmüştür (P ? 0.001). Plazma kortizol, SOD ve CAT düzeylerinde ise gruplar arasında herhangi bir fark görülmemiştir. Sonuç: Yüksek yerleşim sıklığının büyüme performansı, kan parametreleri ve bazı oksidatif stres parametreleri üzerine olumsuz etkilerinin olduğu, ayrıca oksidatif stres parametrelerinden MDA düzeyini düşürdüğü görülmüş, diğer parametreler üzerine herhangi bir etkisinin olmadığı görülmüştür. Anahtar kelimeler: Haşhaş Tohumu, Bıldırcın, Yerleşim Sıklığı
  • Öğe
    Türk toplumunda Multipl skleroz hastalığında etkili olabilecek genlerin bilinen ve de novo mutasyon taraması
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2014) Yılmaz, Burak; Gündüz, Mehmet
    Multipl Skleroz (MS) en yaygın merkezi sinir sistemi inflamatuar hastalığıdır. Multipl skleroz 'un etiyolojisi bilinmemektedir. Büyük ihtimalle MS genetik yatkınlığı olan bireylerde çevresel faktörlerin tetiklemesi ile ortaya çıkar. MS'deki genlerin ve çevrenin etkisi tam olarak anlaşılamamıştır. MS'de etkili olan genler için pek çok GWAS (Genom Wide Association Study) yapılmıştır. Bu çalışmalara göre MS'den ilişkilendirilmiş varyasyonlar daha çok kromozom 6p21.3 deki MHC (Major Histocompatibility Complex) bölgelerinde tespit edilmişti ve bunlar HLA(Human Leukocyte Antigen) genleridir. Ayrıca MS HLA olmayan bölgelerde MS'le ilişkili genler keşfedilmiştir. Bunlar IL2RA, IL7R, CLEC16A, CD58, CD226, KIF1B, vb. genlerdir. IL2RA (interleukin Receptor 2 alpha) geni MS'le ilişkilendirilen ve HLA bölgesinde olmayan genlerden istatistiksel olarak en yüksek yatkınlık değerine sahip olan gendir. OMIM (Online Mendelian Inheritance in Man) veri tabanında MS'le ilişkilendirilmiş varyasyonlar sadece IL2RA geninde bulunmaktadır. Bu açıdan IL2RA MS'de önemli bir yere sahiptir. Bu tezde IL2RA geninin 5 adet Türk MS hastalarında Yeni Nesil Dizileme(YND) yöntemleri kullanılarak tüm gen dizilemesi yapılması ve bilinen ve bilinmeyen varyasyonların tespit edilmesi amaçlanmıştır. Hedef kapsamında gerçekleştirilen çalışmadan 5 adet hastanın 80 kb (kilo baz)'lik IL2RA geni ikişer kere dizilenmiş ve bütün varyasyonlar listelenmiştir. Bulunan bütün varyasyonlar dbSNP (database SNP)'e göre annote edilmiş ve dbSNP 'de olmayanlar aday varyasyon olarak belirlenmiştir. Sonuçlara göre mRNA bölgesinde frameshift mutasyona sebep olan yeni bir adayı varyasyon dahil olmak üzere pek çok SNP, indel ve de novo varyasyon tespit edilmiştir.
  • Öğe
    Eksfoliasyon sendromunda ADAMTS-15 gen polimorfizminin araştırılması
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2016) Duran, Salih Şeref; Demircan, Kadir
    Amaç: Eksfoliasyon sendromunda ADAMTS15 gen promoter bölgesinde yer alan sitozin-adenin (CA) tekrar dizi sayısının etkisini araştırmak. Materyal ve Metot: Çalışmaya 20 eksfoliasyon ve 20 kontrol grubu olmak üzere 2 grup şeklinde çalışıldı. Bireylerin periferik kanları EDTA'lı tüplere toplandı. Kanlar -80 °C'de saklandı. Daha sonra kandan DNA izolasyonu yapıldı. ADAMTS-15 geni promoter bölgesinde yer alan CA tekrar bölgelerini içeren kısım olarak sekanslandı ve CA tekrar sayısı belirlendi. Sonuçlar: Kontrol grubu ve eksfoliasyon sendromlu hastalar arasındaki CA tekrar sayısında istatistiksel olarak anlamlı bir fark bulunmadı. Tartışma: Eksfoliasyon sendromu ile ADAMTS-15 geninin promoter bölgesindeki CA tekrar sayısı arasında muhtemel bir ilişki bu çalışmada bulunmadı. Sonuç olarak, eksfoliasyon sendromu ile ADAMTS-15 geninin promoter bölgesindeki CA mikrosatellit tekrarları arasında potansiyel bir ilişkinin olmadığı sonucuna vardık. Vaka sayısını arttırarak yapılacak yeni çalışmalar ile konu daha detaylı araştırılabilir. Anahtar Kavram: Eksfoliasyon sendromu, ADAMTS-15, CA tekrar polimorfizmi
  • Öğe
    Menoraji hastalarında vasküler tonusun değerlendirilmesi
    (Malatya Turgut Özal Üniversitesi, 2024) Güçtekin, Zeynep; Kıran, Tuğba Raika
    Anormal uterin kanama (AUK) jinekoloji polikliniklerine en sık başvuru nedenleri arasında yer alan ve kadınların yaşam kalitesini/üretkenliğini azaltan önemli bir sağlık sorunudur. AUK'nin bir türü olan menoraji, üreme çağındaki kadınların yaklaşık %30'unu etkileyen ve menstrüel kan kaybının 80 mL'nin üzerinde olduğu ağır adet kanamasıdır. Normal bir uterin kanama süreci, endometriyal kanamanın kontrolü, doku rejenerasyonunun oluşumu ve adet kanamasının zamanında kesilmesini gerektirir. Bu süreçlerin sağlıklı biçimde tamamlanması için ilk olarak spiral arteriyollerin vazokonstriksiyonu meydana gelmelidir. İkinci olarak hasarlı vaskülatürün onarımı da dahil olmak üzere etkili bir hemostatik yanıt oluşmalıdır. Son olarak da soyulmuş bazal endometriyumun uygun şekilde epitelizasyonu gerçekleşmelidir. Bu süreçlerin herhangi birinde yaşanılacak aksaklık menoraji durumunun ortaya çıkmasına sebebiyet verebilir. Apelin'in endotelyal apelin reseptörü (APJ)'ye bağlanması, nitrik oksit ve prostasiklin gibi vazodilatatörlerin salınımını artırarak vazodilatasyona yol açmaktadır. Apelin'in düz kas APJ'sine bağlanması sonucu, ?1-adrenoseptör (?1-AR) ile Ca2+ ile aktive edilen K+ kanalı (BKCa) etkileşimi, vasküler düz kasın APJ kaynaklı kasılmasını teşvik etmektedir. Tüm bu bilgiler ışığında planlanan bu tez çalışmasında menoraji tanılı hastalarda vasküler tonusun düzenlenmesini sağlayan vazodilatasyon ve vazokonstriksiyon üzerine etkili parametrelerin araştırılması amaçlandı. Çalışmaya menoraji şikayeti ile Malatya Turgut Özal Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Polikliniği'ne başvuran 44 hasta ve herhangi bir hastalığı bulunmayan 44 sağlıklı gönüllü dahil edildi. Gönüllülerden alınan kan örneklerinde, apelin, nitrik oksit, prostasiklin ve norepinefrin düzeyleri ile rutin biyokimyasal analizler yapıldı. Çalışmamız sonucunda vazodilatasyon üzerinde etkili olan prostasiklin ve nitrik oksit düzeylerinde hasta ve kontrol grubu arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık görülmedi (p>0.05). Vazokonstriksiyon üzerine etkili olan apelin ve noradrenalin düzeyleri hasta grubunda kontrol grubuna kıyasla istatistiksel olarak anlamlı ve düşük bulundu (p<0.05). Sonuç olarak, menorajinin patofizyolojisinde, apelin ve norepinefrin düzeylerine bağlı olarak spiral arteriyollerin etkin vazokonstriksiyonun sağlanamamasının etkili olabileceği düşünülmekte ve bu konu hakkında daha kapsamlı çalışmaların yapılması önerilmektedir.
  • Öğe
    Primer ve metastatik baş boyun kanseri hücre hatlarında ESM1 geninin siRNA ile baskılanarak fonksiyonel analizi
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2015) Bender, Onur; Gündüz, Mehmet
    Baş boyun kanserleri dünya çapında sık rastlanılan kanser tiplerindendir. Bu durumun sebepleri arasında; hastalık tanısının erken yapılamaması, kanserin metastaz kabiliyetinin ve nüks oranlarının yüksek olması yer almaktadır. Baş boyun kanserlerinde esas tedaviyi cerrahi ve kemoradyoterapi oluştursa da bu yöntemler hastalar üzerinde yaşam standartlarını olumsuz etkileyen deformasyonlara sebep olmaktadır. Tıp ve temel bilimlerdeki teknolojik gelişmeler ile birlikte baş boyun kanserlerinde alternatif tanı ve tedavi yöntemlerinin geliştirilmesi gerekli hale gelmiştir. Bu çalışmada da çeşitli kanser türlerinde aktif rolü olduğu kanıtlanan, tümör büyümesinde, metastazında ve anjiyogenezinde etkileri ortaya konulmuş, kritik bir gen olan ESM1'in baş boyun kanseri üzerine etkileri araştırılmıştır. Çalışmamız kapsamında, baş boyun kanserine ait UT-SCC-74A ve metastazı UT-SCC-74B hücre hatları kullanılmıştır. Hücreler üzerinde ESM1 geninin ekspresyonu immunofloresan boyama ile gösterilmiştir. Kültüre edilen hücrelerin transfeksiyon etkinliği GAPDH-siRNA ile belirlenmiş ve ardından hücrelere ESM1-siRNA transfekte edilerek ESM1 geni baskılanmıştır. Baskılanma düzeyleri kantitatif real time PCR ve western blot analizleriyle gösterilmiştir. ESM1 geninin baş boyun kanseri hücre hatları üzerinde proliferasyon ve migrasyona olan etkileri xCELLigence gerçek zamanlı hücre analiz sistemi ile araştırılmıştır. Aynı zamanda proliferasyon analizlerinin validasyonu için XTT testi, migrasyon analizlerinin validasyonu için ise in vitro scratch assay testi yapılmıştır. Hücrelerin proliferasyon ve migrasyon kinetiklerinin değişimi sırasındaki apoptoz durumu ise kaspaz 3 aktivite analizi ile araştırılmıştır. Çalışmamız sonucunda UT-SCC-74A ve UT-SCC-74B hücre hatlarında ESM1 geni ekspresyonu gösterilmiştir. Hücrelerde ESM1 ekspresyonu ESM1-siRNA kullanılarak anlamlı şekilde baskılanmıştır. Optimal baskılama şartlarında gerçekleştirilen proliferasyon ve migrasyon analiz sonuçlarına göre hem UT-SCC-74A hem de UT-SCC-74B hücrelerinde ESM1 ekspresyonunun baskılanması kanser hücrelerinin büyümesini ve göç kabiliyetini de anlamlı şekilde azaltmıştır. ESM1 ekpsresyonu baskılandığında hücrelerde kaspaz 3 aktivite ölçüm sonuçlarına göre de her iki hücre grubunda da ESM1-siRNA ve kontrol grupları arasında anlamlı bir fark oluşmamıştır. Sonuç olarak; çalışmamız kapsamında ESM1 geninin baş boyun kanser ve metastazlı hücreleri üzerindeki etkileri ortaya konulmuştur. Bu fonksiyonel çalışma ile ESM1 geninin baş boyun kanserlerindeki temel moleküler rolleri belirlenmiş ve bundan sonraki aşamada mevcut agresif tedavilere alternatif olarak ESM1 geni ile yeni moleküler tedavi yöntemlerine temel oluşturulmuştur.
  • Öğe
    ESM-1 (endokan) genindeki mutasyonların meme kanseri oluşumundaki ilişkisinin incelenmesi
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2013) Dede, Serap; Gündüz, Esra
    ESM-1 (Endothelial cell- specific molecule-1) veya `endocan?, endotelyal hücreler tarafından salgılanan çözünebilir bir proteoglikandır. Sağlıklı bireylerde kanda serbest olarak dolaşmakta olan ESM-1? in hücre adhezyonundaki rolü nedeniyle enflamasyon ve tümör oluşumunda kritik bir noktada bulunduğu düşünülmektedir. Bu genin ekspresyonu sitokinler tarafından düzenlenmekte, endotelyal ve epitelyal hücrelerde VEGF, TNF?, LPS ve IL_1ß uyarısı ile artmaktadır. Son yıllarda yapılan çalışmalarda ESM1 geninin hücre çoğalması, hücre göçü, invazyon, metastaz ve tümör anjiyogenez oluşumunda etkin rolü olduğu keşfedilmiştir. ESM1?in akciğer, karaciğer ve mide gibi birçok kanserin patogenezinde rol oynadığı tespit edilmiştir. Meme kanseri dünyada akciğer kanserinden sonra ikinci sırada yer almaktadır. Son yıllarda meme kanseri oluşumuna etki eden pek çok gen tespit edilmişir. Fakat tespit edilen bu genler veya geliştirilen tedavilerle henüz meme kanserinin erken teşhisi ve tedavisi tam olarak sağlanamamıştır. Bu nedenle çalışmamızda faklı kanser türlerinde etkisi gösterilmiş ve meme kanseri microarray analizinde aday genlerden biri olarak tespit edilmiş fakat meme kanserinde hiç çalışılmamış olan ESM-1 geni mutasyonlarını tespit etmeyi hedefledik. Bu amaçla, parafin bloktan elde edilen DNA örnekleri ile ESM1 geninin üç ekzonuna sekans tekniği kullanılarak mutasyon analizi yaptık. Çalışmalar sonucunda elde edilen veriler doğrultusunda bir vakada ekzon 2?de daha önce tespit edilmemiş bir sessiz mutasyon, yine farklı bir vakada ekzon 2?de bir polimorfizm tespit edilmiştir. Yaptığımız sekans analizi sonucu dokuz vakada ekzon 3?ün poliA bölgesinde polimorfizm saptanmıştır. Bu bölgeye miRNA?ların bağlanması, söz konusu polimorfizmin önemli olabileceğini göstermektedir. ESM1 geninin meme kanseri üzerine etkisinin net bir şekilde gösterilebilmesi için daha kapsamlı çalışmalara ihtiyaç vardır. Anahtar Kelimeler: ESM-1, meme kanseri, metastaz, mutasyon, miRNA
  • Öğe
    Koroner anjiografi yapılan hastalarda serum leptin ve adiponektin düzeyleri ile erektil disfonksiyon arasındaki ilişki
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2014) İncebay, İlkay Bekir; Yıldırım, Mehmet Erol
    Amaç: Erektil disfonksiyon (ED) nöral, hormonal, vasküloendotelyal ve yapısal faktörlerdeki bozuklukların sonucunda ortaya çıkan multifaktöriyel bir patolojidir. Etyolojisinde suçlanan risk faktörleri diyabet, hipertansiyon, ateroskleroz, sigara içimi, azalmış fiziksel aktivite, kalp hastalığıve çoklu ilaç kullanımıdır. Bu risk faktörlerinin birçoğu koroner arter hastalığı içinde geçerlidir. Bu iki hastalığın birlikteliği çok sıktır. Temel olarak endotelyal disfonksiyon her iki hastalığında başlangıcında rol oynar. Endotelyal disfonksiyon nedeniyle yeterli nitrik oksit salınımı yapılamaması patofizyolojinin temelindedir. Visseral yağlanmanın ve metabolik sendromun neden olduğu inflamatuar adipokinler endotelyal hasara yol açarak ED' ye sebep olabilmektedir. Yağ dokusundan salınan ve endotelyal disfonksiyon üzerine etkili olduğu düşünülen leptin ve adiponektin bu hastalıklarla olan ilişkisini değerlendimeyi amaçladık. Gereç ve yöntem: Eylül 2013 ve Arlık 2013 tarihleri arasında Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi' nde koroner anjiografi yapılarak koroner arter hastalığı tanısı konan 78 erkek hasta çalışmaya alınmıştır. Hastaların koroner arter hastalığı şiddeti gensini skoru ile ED şiddeti IIEF anketi ile değerlendirildi. Beden kitle indeksleri ölçüldü. Çalışmaya alınan hastalarda serum leptin, adiponektin, testosteron ve lipid profili ölçüldü. Hastalar ayrıca sigara kullanımı, diyabet ve hipertansiyon açısından sorgulandı. Bulgular: Gensini skoru ile IIEF skoru arasında anlamlı ve ters orantılı bir ilişki bulundu. Ancak yapılan analizde yaş ve diyabet faktörünün, izlenen IIEF düşüşünde daha etkin olduğu saptandı. Adiponektin ise IIEF skoru ile doğru orantılı bulundu. Adipokinlerle KAH şiddeti arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki saptanmadı.
  • Öğe
    Safran ekstratı olan krosetin'in baş-boyun kanser hücreleri üzerindeki etkisinin incelenmesi
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2015) Kalyoncu, Bilge; Gündüz, Esra
    Dünyada her yıl yaklaşık 12 milyon kişiye kanser tanısı konulmakta ve 7.6 milyon kişi kanserden yaşamını yitirmektedir. Yeni tedavi yöntemleri bulunmaması durumunda 2030 yılında dünya genelinde 26 milyon yeni kanser vakasına ve 17 milyon ölüme ulaşılacağı tahmin edilmektedir. Türkiye'de ise her yıl 200 bin yeni kanser vakasının ortaya çıktığını bilinmektedir. Baş boyun kanseri erken teşhis edilemediğinde tedavisi çok güç olan bir kanser türüdür ve diğer kanserlerden farklı olarak vücudun diğer bölgelerine metastazının yanısıra, bulunduğu bölgede de ciddi hasarlar oluşturur. Bu nedenle hastada fiziksel ve psikolojik olarak oldukça yıkıcı bir hastalıktır. Baş ve boyun kanserlerinin %30'unun sigara ve alkol kullanımı gibi spesifik faktörlere uzun süre maruz kalmayla yakın ilişkisi olduğu yapılan araştırmalarla ortaya konulmuştur. Krosetin; safrana rengini veren krosinin, kimyasal yapısının merkezini oluşturan doğal bir karotenoid dikarboksilik asittir. Çiğdem çiçeklerinde bulunur ve safrandan ekstrakte edilmektedir. 285°C'de ergiyen kırmızı kristaller oluşturur. Yapılan deneysel hayvan modellerinde ve hücre kültürü çalışmalarında, krosetin antitümör ajan olarak önemli bir potansiyel göstermiştir. Krosetin, antioksidan özelliğinden dolayı serbest radikalleri bağlayıcı etki göstermektedir. Ayrıca nükleik asit sentezini inhibe eder, büyüme faktörleri sinyal yolaklarını engelleyerek ve apoptozu indükleyerek kanser hücrelerinin büyüyüp gelişmelerini engeller. Krosetinin etkisi şu ana kadar, meme, serviks, kolorektal, akciğer, karaciğer, pankreas ve cilt kanserleri üzerinde araştırılmış ve her birinde çeşitli etkiler gözlemlenmiştir. Aynı zamanda krosetin, kan kolesterol seviyesini dolaylı olarak düşürür ve ateroskleroz şiddetini yani kalp krizi riskini azaltır. Bizim çalışmamızda krosetinin etkisi baş boyun kanserinde iki farklı yönüyle (tümör ve metastatik olmak üzere) incelenmiş aynı zamanda sağlıklı fibroblast (HUC-F) hücre hattı kontrol grubu olarak kullanılmıştır. Literatürde ilk kez yapılmış olan bu çalışma ile baş boyun kanseri hücre hattında krosetinin etkisi ortaya konmuştur. Çalışmamıza en yakın olan diğer bir çalışma özefagus skuamoz kanseri üzerinde yapılmıştır. Bu çalışmada sadece tek bir kanser hücre hattında krosetinin etkisini inceleyen deneyler yapılmıştır. Sözkonusu çalışmada da bizim sonuçlarımızı destekleyici sonuçlar elde edilmiştir. Krosetin; özellikle kanser hücrelerinde apoptoza giden yolda etkili olan Bcl-2 ailesinin ekspresyonunu etkilemektedir. Proapoptotik gen olan Bax'ın ekspresyonunu artırıcı ve anti-apoptotik gen olan Bcl-2'nin ekspresyonunu inhibe edici etkisi saptanmıştır. Bcl-2 (B-cell lymphoma 2) Bcl-2 gen ailesinde tanımlanan ve apoptozu regule eden proteindir. Bcl-2 geninde meydana gelen hasarın, prostat, meme ve cilt kanseri gibi bir dizi kanserin nedeni olduğu tespit edilmiştir. Bax geni Bcl-2 protein ailesinin ilk tanımlanan proapoptotik üyesidir. Bax geni ifadesi, tümör baskılayıcı protein olan p53 tarafından regule edilir bu nedenle Bax, p53 aracılı apoptozda yer alır. Hücre proliferasyonu ve apoptoz arasındaki homeostatik denge bozulduğunda kanserleşme başlar. Anti-apoptotik genlerin ekspresyonunun artması ve proapoptotik genlerin ekspresyonunun azalması kanserleşme ile sonuçlanabilir. Bu çalışmada, daha önce yapılmış olan çalışmalardan farklı olarak; daha önce çalışma yapılmamış olan UT-SCC 74A (Baş boyun kanseri primer tümör hücre hattı), UT-SCC-74B(Baş boyun kanseri metastatik hücre hattı) ve kontrol grubu olarak HUC-F (fibroblast) hücre hatları üzerinde araştırma yapıldı ayrıca sadece proliferasyon değil, MTT, migrasyon, kaspaz3 aktivitesi analizleri yapıldı ve real time PCR analizi ile apoptoz ilişkili genler olan Bax ve Bcl-2'nin gen ekspresyonlarında meydana gelen değişiklikler incelendi. Diğer yandan Western Blotting ile krosetinin etkisini bu gen ürünlerinin proteinlerini görüntüleyerek ekspresyon farklıkları doğrulandı. Çalışmamız sonucunda baş boyun kanseri üzerinde krosetinin anti-tümör etkisinin gözlemlendi. Bu şekilde farklı kanser çeşitleri üzerinde de bu etkilerin incelenmesinin yolu açılmış oldu ve krosetin kemoterapi ilaçları ile birlikte yan etkileri azaltmak amacıyla kullanılabilir. Anahtar Kelimeler: Krosetin, Baş-boyun kanseri, Metastaz, Bax, Bcl-2, Apoptoz
  • Öğe
    Timokinonun beyin tümörü kök hücresi üzerindeki etkisinin incelenmesi
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2014) Demir, Esin; Öznur, Murat
    Timokinonun, halk arasında çörek otu olarak bilinen Nigella sativa'nın etken maddesi olup birçok hastalıkta tedavi amaçlı kullanılabilir olduğu bilinmektedir. Timokinonun, anti-inflamatuar ve anti-diabetik olarak önemli etkilerinin olmasının yanı sıra çağımızın en önemli hastalıklarından sayılan kanser üzerinde de belirgin derecede anti-proliferatif ve sitotoksik etki göstermektedir. Sarkoma, lenfoma, karaciğer, akciğer, kolon, meme, glioma, pankreas kanserlerinde çalışılan timokinonun in vitro ve in vivo'da apoptotik etkisi farklı birçok deneyle gösterilmiştir. Ancak son yıllarda daha çok gündeme gelen ve tümör kitlesinde tedaviye direnç ve rekürrens sebebi sayılan kanser kök hücreleri üzerindeki etkisine dair henüz hiçbir çalışma yapılmamıştır. Projemizde beyin tümörü kök hücreleri üzerinde timokinonun etkisini incelemeyi hedefledik ve bu amaçla öncelikle beyin tümöründeki kök hücrelerin markırı olarak bilinen CD133 pozitif hücrelerin ayrılmasını sağladık ve bu işlemin doğruluğunu test ettik. Daha sonra elde edilen kök hücrelerin ve kök hücre olmayan kanser hücrelerinin üzerinde timokinonun etkisini inceledik. Timokinonun kök hücre olmayan kanser hücreleri üzerinde önemli derecede anti-proliferatif etkisi bulunurken, kanser kök hücreleri üzerinde ise anlamlı bir fark ile sitotoksik etkisi bulunmaktadır. Timokinonun diğer birçok kemoterapi ilacı gibi kanser kök hücreleri üzerinde etkisinin olmaması veya çok az etkisinin olması da bir olasılıktı. Bu çalışmadan sonra, kanser kök hücrelerini hedefleyen tedavilerde timokinon, doğrudan bir araç veya tedaviyi destekleyici doğal bir ürün olarak kullanılabilir. Anahtar kelimeler: timokinon, kanser kök hücresi, beyin tümörü, CD133
  • Öğe
    Baş-boyun kanserlerinde, ıng1 splicing varyantlarının (p24ING1 ve p33ING1) karsinogenez ve metastazdaki rollerinin incelenmesi
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2014) Nas, Gökhan; Gündüz, Esra
    Bu tezin amacı, Baş ve Boyun Skuamöz Hücreli Karsinomda (HNSCC), tümor baskılayıcı genlerden, Inhibitor of Growth (ING) gen ailesinin bir elemanı olan ING1 genine ait iki farklı varyantın (p33ING1 ve p24ING1) etkinliğini araştırmaktır. Bu amaçla, HNSCC ye ait primer (74A) ve metastatik (74B) iki farklı hücre hattında, rekombinant DNA teknolojisi ile elde edilen varyantlar transfekte edilerek gen ifadelerinin oluşması sağlanmıştır. Oluşan gen ifadelerinin, hücreler üzerindeki etkinliği, xCELLigence sistemi ve yara deneyleri ile gerçek zamanlı olarak ölçülmüş, kontrol grupları ile karşılaştırılarak değerlendirilmiştir. Kontrol grupları ile yapılan kıyaslamalar sonucunda p33ING1 varyantının primer tümörlü hücre hatlarında proliferasyonu %88,7 oranında, metastatik hücre hatlarında proliferasyonu %92 oranında azalttığı, p24ING1 varyantının ise primer tümörlü hücre hatlarında proliferasyonu %83.4 oranında, metastatik hücre hatlarında proliferasyonu %84.1 oranında azalttığı tespit edilmiştir. Bu hücre hatlarının migrasyon kabiliyetleri incelendiğinde ise, %54 oranında azalma olduğu görülmüştür. ING gen ailesinin hücre içi mekanizmalarda rol aldığı ve tümör baskılayıcı diğer genler ile ortak veya onlardan bağımsız olarak hücre proliferasyonunu etkilediği düşünülmektedir. Literatürde ING1 varyantlarının, özellikle p24ING1 varyantının, HNSCC de proliferasyon ve migrasyondaki rolüne ait veriler kısıtlı olmasına karşın, bu çalışma ile, ING1 genine ait iki varyantın primer ve metastatik kanser hücre hatları üzerindeki anti-proliferatif etkisi gösterilmiş, potansiyel bir terapötik ajan olabileceği düşünülmüştür. *Bu çalışma TÜBİTAK (Proje No: 110S424) tarafından desteklenmiştir. Anahtar Sözcükler 1. KANSER 2. HNSCC, 3. ING1, 4. Rekombinant DNA Teknolojisi, 5. Bioteknoloji
  • Öğe
    Diyabeti olan ve olmayan hemodiyaliz hastalarında MST1 düzeylerinin incelenmesi
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2016) Kılıç, Nuray; Çelik, Hüseyin Tuğrul
    Mammalian sterile 20-like kinase 1 (MST1); plasminogen-related growth factors (plazminojen bağımlı büyüme faktörleri) ailesine ait 80-95 kD'lik bir proteindir. MST1'in üyesi bulunduğu MST kinaz grubu genel olarak hücre çoğalması, organ boyutunun belirlenmesi, hücre göçü ve hücre kutuplaşmasını etkileyen anahtar sinyal molekülleri olarak bilinmektedir. Bu çalışmada hemodiyaliz tedavisi gören DM ve Non-DM kronik böbrek yetmezliği hastalarının MST1 düzeyleri incelenmiştir. İncelemeye esas hasta grupları Turgut Özal Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Merkezi hemodiyaliz ünitesinde tedavi gören hastalardan oluşturulmuş ve araştırma için Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi Klinik Araştırmalar Etik Kurulunun onayı alınmıştır. Hemodiyaliz tedavisi gören hastalardan diyabete bağlı kronik böbrek yetmezliği tanısı konulanların sayısı 25, non-diyabetik kronik böbrek yetmezliğine sahip olanların sayısı ise 27 olup, kontrol grubu, hasta grubunun yaş ortalaması ile benzer yaş ortalamasına sahip ve bilinen herhangi bir hastalığı olmayan, toplam 36 sağlıklı bireyden oluşturulmuştur. Hasta ve kontrol grubundan alınan serum örneklerinde MST1 düzeyleri ELISA yöntemiyle (Boster Immunoleader) çalışılmıştır. Çalışma için oluşturulan hipotez testlerinin sınanmasına yönelik olarak gruplar arası ortalama ölçümlerin karşılaştırılmasında ikiden çok grup için Kruskal Wallis varyans analizi ve ikili grup karşılaştırılmaları için Mann Whitney U testi kullanılmış, ölçümler arasındaki olası korelasyonlar ise Spearman Korelasyon Testi ile değerlendirilmiştir. İstatistiksel anlamlılık düzeyi olarak p<0,05 kabul edilmiştir. Araştırmanın sonucu kontrol grubu ile KBY hastalarının MST1 düzeyleri arasında anlamlı bir farklılığın bulunduğunu, DM ile Non-DM KBY hastalarının MST1 düzeyleri arasında ise anlamlı herhangi bir farklılığın olmadığını ortaya koymaktadır. Araştırma sonucunda elde edilen bulgular MST1'in böbrek hastalıklarının patogenezinde rol alabilen kilit bir molekül olabileceğini düşündürmektedir. Ayrıca böbrek hücrelerinde bu proteinin moleküler etkilerinin aydınlatılmasının hem böbrek hastalıklarının erken teşhisi için yeni bir biyomarker keşfine olanak tanıyabileceği, hem de bu proteinin etkilediği yolaklar üzerinden yeni terapötik ajanların geliştirilmesine katkı sağlayabileceği olası görülmüştür.
  • Öğe
    Erektil disfonksiyonlu hastalarda plazma leptin ve adiponektin düzeylerinin değerlendirilmesi
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2012) Badem, Hüseyin; Karataş, Ömer Faruk
    Amaç: Yeterli bir cinsel performans için gerekli olan penis sertleşmesini sağlayamama veya sürdürememe ve aynı zamanda partnerler arasında yeterli tatmin hissinin olmaması olarak tanımlanan erektil disfonksiyon hastalığının temelinde endokrin ve metabolik bozukluklar yatmaktadır. Yağ dokusu günümüzde statik bir depo organından çok bir endokrin doku olarak kabul edilmektedir. Yağ dokusundan leptin, adiponektin , visfatin , ghrelin gibi enerji metabolizmasında rolü olduğu gösterilen birçok önemli molekül salınmakta ve artan obezite ile bu moleküllerin düzeyinin değiştiği ve bu durumun ateroskleroz ile ilişkili olduğu saptanmıştır. Erektil disfonksiyon tanısı alan hastaların histopatolojik incelemelerinde endotelyal disfonksiyon da gösterilmiştir. Çalışmamızda erektil disfonksiyon tanısı alan hastalarda, bir endotelyal disfonksiyon markeri olan leptin ve adiponektin seviyelerini ölçmeyi amaçlamaktayız. Gereç ve Yöntem: Ekim 2010 ve Ağustos 2012 tarihleri arasında Turgut Ozal Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Üroloji Polikliniğine erektil disfonksiyon ve libido azalması nedeniyle başvuran 41 hasta ve üroloji polikliniğine PSA kontrolü için başvuran erektil disfonsiyonu veya libido azalması olmayan 36 kişi çalışmaya dahil edilmiştir. Hasta grubu olarak çalışmaya dahil edilen kişiler IIEF skorlarına göre ağır erektil disfonksiyonu olan kişilerdi. Çalışmaya dahil edilen ve kontrol grubundaki hastalardan alınan serumdan total testosteron, total kolesterol, HDL, LDL, VLDL, trigliserid, açlık kan şekeri, plazma leptin ve adiponektin düzeyleri çalışıldı. Tüm hastalardan aydınlatılmış onam belgesi alındı. Bulgular: Tüm olgular içerisinde yaş, total testosteron, total kolesterol, HDL, LDL, VLDL, trigliserid, açlık kan şekeri ile sırasıyla; leptin ve adiponektin arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon görülmemiştir. Anahtar Kelimeler: Erektil disfonksiyon, Leptin, Adiponektin, IIEF
  • Öğe
    Gençlerde demokrasi ve katılım algısının oluşmasında sivil toplum kuruluşlarının rolü
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2013) Şahin, Bilal; Kösecik, Muhammet
    Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde araştırmaya değer bir konu olan gençlerde demokrasi ve katılım algısının oluşmasında STK'ların rolü tezin konusunu oluşturmaktadır. Sivil toplum kavramı son yıllarda ülkemizde hızla gelişme gösteren bir kavramdır. Askeri vesayet dönemlerinde fonksiyonlarını tam olarak yerine getiremeyen sivil toplum kuruluşları, son yıllarda gerçekleştirilen demokratikleşme hamleleriyle birlikte kendine hareket alanı bulmuştur. Gerek sayı yönüyle gerekse faaliyet çeşitliliği anlamında gelişme gösteren sivil toplum kuruluşları toplumsal seviyeyi geliştirirken, bireyler üzerinde de önemli katkılar sağlamaktadır. Bireylerin verimli ve üretken bir hale gelmesinde sivil toplum kuruluşlarının yürüttüğü çalışmalar son derece önemlidir. Tezin amacı, sivil toplum kuruluşlarının gençlerin demokrasi ve katılım algılarını etkileme durumunu ortaya koymaktır. Toplumsal nüfus dinamikleri içerisinde sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerine belki de en çok gençlerin ihtiyacı vardır. Gençlerin haklarını demokratik yöntemlerle arayabilip verimli ve üretken bir hale dönüşmesinde sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerine katılımları son derece etkili olmaktadır. Bu tez çalışmasında üniversite öğrencilerinin arasından seçilen öğrencilerden oluşan bir örneklem üzerinde anketler uygulanmıştır. Gençlere yönelik anket çalışması yöntemi kullanılmıştır. Yürütülen anket çalışmasıyla Türkiye genelinde gençlerin demokratik katılım algısının oluşmasında sivil toplum kuruluşlarının rolü tespit edilmeye çalışılmıştır. Sonuç olarak sivil toplum kuruluşlarının gençlerde demokrasi ve katılım algılarının oluşturulmasında önemli bir katkısı bulunmaktadır. Sivil toplum kuruluşları; yürütmüş oldukları faaliyetlerle gençlerin daha donanımlı, üretken, temsil ve katılım kabiliyetleri yüksek bireyler haline gelmeleri üzerinde önemli katkılar sunmaktadır. Anahtar Kelimeler: Gençlik, Toplum, Sivil Toplum, Demokrasi, Katılım,
  • Öğe
    Ahşap ve strafor kovanlardaki Kafkas (Apis mellifera caucasica) ve Karniyol (Apis mellifera carnica) bal arısı kolonilerinin Malatya koşullarındaki bazı fizyolojik özelliklerinin belirlenmesi
    (Malatya Turgut Özal Üniversitesi, 2025) İnce, Adil; Karakuş, Kadir
    Bu çalışmada, farklı tip materyallerden (strafor ve ahşap) imal edilmiş Langstroth tipi kovanlarda barındırılan Kafkas ve Karniyol bal arılarının bazı fizyolojik özellikleri araştırılmıştır. Kafkas x Strafor (KfSt), Kafkas x Ahşap (KfAh), Karniyol x Strafor (KrSt) ve Karniyol x Ahşap (KrAh) gruplarında ortalama arılı çerçeve sayıları sırasıyla 8.3±0.48, 8.4±0.49, 8.4±0.49 ve 9.0±1.15 adet/koloni ve ortalama kuluçka alanları ise aynı sırayla 2531.86±930.15, 1996.88±978.03, 2898.26±843.15 ve 3229.81±943.46 cm2/koloni olmuştur. Bir dakikada uçuşa çıkan ortalama arı sayıları sırasıyla uçuş etkinliği en düşük 1. haftada ortalama 18.43±1.79 adet/koloni ile KrAh grubunda olurken, en yüksek 5. haftada 64±1.28 adet/koloni ile yine KrAh grubunda tespit edilmiştir. Grupların ortalama bal verimleri yine aynı sırasıyla 4.92±0.84, 4±0.78, 4.82±0.53 ve 4.88±0.7 kg/koloni olarak bulunmuştur. ANAHTAR KELİMELER: Bal arısı, Apis mellifera, Kovan Tipi, Ahşap Kovan, Strafor Kovan, Fizyolojik Özellikler, Malatya
  • Öğe
    Baş ve boyun kanserlerinde kök hücre izolasyonu karakterizasyonu ve microarray analizi ile gen ekspresyon profillerinin belirlenmesi
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2015) Çetin, Elif Nihan; Acar, Muradiye
    Kanser, günümüzde karşılaşılan en önemli sağlık sorunlarından biridir. Tanı ve tedavi imkanlarının gelişmesiyle her geçen yıl daha fazla kanser vakası teşhis edilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine göre, 2008'de Dünya'da toplam 12 milyon kişiye kanser tanısı konulurken, 2030 yılında bu sayının 26 milyonu aşacağı tahmin edilmektedir. Kanser, kalp ve damar hastalıklarından sonra 2. ölüm sebebidir. Tıpta yaşanan son gelişmelere rağmen, baş ve boyun kanseri hastalarının tedavilerinde ve sağkalım oranlarında önemli bir artış olmamıştır. Tümörün agresif yapısı ve metastaz yeteneğinin yanısıra kullanılan mevcut tedavilerin yetersizliğide bu durumun nedenleri arasındadır. Bu nedenle daha etkili ve daha az toksik yaklaşımlar geliştirmek amacıyla, bu hastalığın biyolojisinin daha iyi bilinmesi büyük önem arz etmektedir. Kök hücrelerin kendini yenileme mekanizmalarında meydana gelen bozukluklar, kanser kök hücre oluşumuna sebep olmaktadır. Bu hücreler mevcut kanser tedavilerine direnç göstermektedir. Kanser kök hücrelerinin ve kanser hücrelerinin tümör ve metastaz oluşturma yeteneklerinin farklı olması, hücre yolaklarınında farklı olduğuna işaret etmektedir. Kemoradyoterapi, hızla bölünen kanser hücrelerinin çoğunluğunu öldürüyor olsa da, daha az sayıda bulunan ve seyrek hücre döngüsüne sahip kanser kök hücrelerine etkili olamamaktadır. Prince ve arkadaşları 2007 yılında ilk kez, baş ve boyun kanseri kök hücrelerinin varlığını bildirmişlerdir. Fare xenografi modeli üzerinde yaptıkları araştırmada, az sayıda CD44+ olan hücrelerin tümör oluşumunu başlattığı, CD44- olan çok daha yüksek orandaki hücrelerin ise tümör oluşturmadığı görülmüştür. Aynı grup baş ve boyun kanser kök hücrelerine özgü Aldehit dehidrogenaz (ALDH) biomarkırını tanımlayıp düşük ve yüksek ALDH aktivitesine sahip hücreleri izole ederek, yüksek ALDH oranına sahip hücrelerin son derece tümörijenik olduğunu göstermişlerdir. Bu bilgilerden yola çıkarak bu çalışmada, baş ve boyun kanserine ait UT- SCC-74A ve UT-SCC-74B hücre hatlarında ALDH biomarkırı kullanılarak kanser kök hücresi ve kanser hücresi izolasyonu yapılmıştır. İzole edilen hücrelerin validasyonu morfolojik olarak, immünofloresan ve markır genlerin ekspresyonuna bakılarak kontrol edilmiştir. Ayrıca izole edilen hücrelerden, RNA izole edilerek microarray yöntemi ile baş ve boyun kanserleri kanser kök hücrelerinde ekspresyonu artan ve azalan genler belirlenmiştir.
  • Öğe
    Parkinson hastalığında tanıda kullanılabilecek genetik markerlar (belirteçler)
    (Turgut Özal Üniversitesi, 2016) Dğan, Birsen; Gündüz, Esra
    Parkinson hastalığı (PH), dopaminerjik nöronların önemli bir miktarının kaybıyla seyreden, kronik, ilerleyici, nörodejeneratif ve multifaktöriyel bir hastalıktır. PH'deki başlıca klinik belirtiler; kaslarda sertleşme, titreme, hareket yavaşlaması ve denge bozukluğudur. İyi tanımlanmış genetik mekanizmalara ek olarak çevresel faktörlerin hastalığın patogenezinde önemli bir rolü olduğu düşünülmektedir, ancak kesin bir kanıt yoktur. Bu hastalığa sebep olan genetik risk faktörleri ile hastalık patofizyolojisinin bilinmesi hastalığın erken tanısı, tedavisi ve alternatif tedavi yöntemlerinin geliştirilmesi açısından son derece önemlidir. PH, genellikle 60 yaş ve üzerindeki yaşlı bireylerde görülmektedir. Seyrek olarak daha erken yaşlarda da görülebilir. 40 yaş altında görülme sıklığı 100.000'de 3- 4 iken, 70 yaş üstü popülasyonda bu oran 100.000'de 500'dür. Türk toplumunda ortalama 100.000'de 200-300 arasında görülür. Görülme sıklığı, erkeklerde kadınlara oranla biraz daha fazladır. Bunun en önemli nedeni kadınlardaki östrojen hormonunun PH'ye karşı koruyucu etkisidir. Hastalığın etiyopatogenezine yönelik araştırmaların yapılması, hastalığın daha iyi anlaşılması, tedavi ve önleme stratejilerinin geliştirilmesi için önemli bir aşamadır. Genom-Boyu Bağlantı Çalışmaları (Genome-Wide Association Studies-GWAS) SNCA gen polimorfizmlerinin PH için risk faktörü olduğunu göstermektedir. Bu çalışmamızda sağlıklı kişilerin ilerleyen zamanlarında PH'ye yakalanma riskini belirleyen ve erken tanıda kullanılabilecek biomarkerların tanımlanması amaçlanmıştır. Bu amaçla PH ile ilişkili olan SNCA genine ait rs104893878 polimorfizmi Türk toplumundaki sağlıklı bireylerde ve Parkinson hastalarında incelenip, hastalıkla ilişkileri araştırılması hedeflenmektedir. Anahtar Kelimeler: Parkinson Hastalığı, Patogenez, Erken Tanı, SNCA, Polimorfizm, Biyomarker